Bu aralar gün sonlarında “Bugün dünyanın üzerinde nasıl duruyorum?” diye bir soru edindim kendime. Kaybolduğumu farkedemediğim zamanlar için yer imi bıraksın diye.
Az evvel sorduğumda, bugün dünyanın üzerinde duranın ben olmadığımı, aksine onun benim üzerimde durduğunu farkettim. Bazı günler böyle. Alışıyorum.
Kaç gündür aslında baya da hayat dolu hissediyorum. Ancak bazen hiç habersiz, kendiliğinden zemin altımdan kayabiliyor ve dünya benim üstümde durabiliyor. Böyle anlarda, bir yanımı bağımlı gibi bir şeylere saldırırken buluyorum. Yeniden izle listesindeki diziler, sosyal medya ve bunun gibi beni donduran her şey. Sonrası kocaman bir boşluk..
Yaklaşık 1,5 saat amaçsızca sosyal medyada gezip, yemek yiyip, sürekli düşen ve açmadığım mesaj bildirimlerine sinirlendikten sonra, bininci kez aynı diziye düşmek yerine, çalışma odamın manzarasına bakıp, aslında yoğun ilgi ihtiyacımın yarattığı üzüntünün ağırlığından kaçmak yerine içine dalmaya karar verdim.
Bilgisayarımdaki eski notlarıma bakıp, temizlemem gereken bir şeyler var mı diye kontrol ettim. Sonra, yıllar önce not aldığım bir hikaye fikri cümlesi, tam şimdiki zamanıma oturuverdi. Hatırlıyorum, bu fikri rüyamda görüp bulmuştum.
Başlık şöyleydi;
“Yok Öyle Bir Hero”
Devamı da şöyle;
“Kurtarılmayı bekleyen masal karakterleri yada insanların kurtuluşlarının kahramanlar değil, kendileri olduğu.”
Bunu 14 Kasım 2020’de yazmışım. Yani neredeyse 4 sene evvel.
ve şimdi 12 Temmuz 2024’teyim. Bu masaya oturmadan önce, birisi bugünlük beni bu ağırlıktan kurtarsın diye düşünüp, o biri -her kim ise- kafamda bile canlanmadığında, 2020’deki rüya gören kendimden, şimdiki kendime cevap vermiş oldum.
“- Yok öyle bir hero!”
Hayatın bu tesadüflerini seviyorum. Ya da bunları mucize olsun olmasın mucize olarak adlandırmayı. Belki de hiç mucize yok orada. Ancak buna inanıp kendince bir oyuna çevirmeye çalışan Damla’yı da seviyorum. Etkisi böyle, kendisi mucize olmasa kaç yazar?
Çocukken de zaman kapsüllerini severdim. Kuzenimle kağıtlara bir şeyler yazıp, onları gömer, bir yıl sonra tekrar oraya gider birlikte kazar bakardık ne yazmışız diye. O zaman sadece eğlencesindeydim işin, şimdi boşluklarıma dair anlam çıkarma çabasında.
Bu arada öyle bir heronun varlığına ben de inanmıyorum. Sadece canım ara ara rast food çeker gibi ilgi çekebiliyor. En çok da böyle anlarda, ben aramak zorunda kalmadan, telefonuma düşen ve yarattığı mutluluk hissinden çerçevelemek istediğim bildirimler bekliyorum. Sanırım tatlı tesadüflere en çok inanmak istediğim anlardan biri de bu;
“İhtiyacımın, ben onu aramaya gerek kalmadan beni bulması…”
Tabii, karakterin büyük bir olayla hayatı altüst olup, tesadüfler silsilesi ile mucizevi dönüştüğü umut vaadeden bir filmde olmadığımız için öyle şeyler gerçekleşmiyor. Haliyle zavallı kalbim o an kendi tatlı tesadüflerini kendinde aramaya başlıyor.
Zavallı dediğime bakmayın. Bu tamamen sarkastik 🙂
Ama onu aradığımı yazarken, aslında aramadığımı farkediyorum. O, düşmüş omuzlarımdan beni kendisi dürtüyor. Kendime kendimden gönderdiğim, mükemmelliğinden çerçevelemeye ihtiyaç duymadan kalbime astığım bildirimler…
Öbürünün bir şaşaaya ve süslü sınırlara ihtiyacı varmış. Şimdi anlıyorum.
Ancak sanılmasın ki, biri diğerinden daha az değerli. İkisi de bana ait. Kendimdeki zıtlıklardan bana en “zıt” olanını tü-kakalamamayı öğrendim. Tabi yolun başındayım. Bir önceki paragrafta hâlâ birini diğerine üstün getirmeye çalıştı, yolun başındaki yanım. Bu paragrafımı da ona cevaben yazdım. Merak etmesin, bu son sürümle, yolun başındaki yanım da tü-kaka değil.
Şimdi tekrar soruyorum;
-Bugün dünyanın üzerinde nasıl duruyorum?
“-Bugün tü-kakalamadan dünya benim üzerimde duruyor.”